Kabuk
Sabah olmuştu. Güneşin ışıkları, ufak ve sıkışık yatak odasının küçük penceresinden sızıp içeriyi aydınlatıyordu. Odada oturulabilecek ve yatılabilecek olan tek yatağın yanındaki çalışma masasının üzerindeki alarmlı saat, keskin ve hızlı bir tonda çalıyor ve yatağın üzerinde olan tek kişiyi uyandırıyordu. Uyanan bu kısa boylu, zayıf adam, alarmın düğmesine basıp susturdu ve yüzüne vuran güneş ışığının etkisiyle gözlerini ovuşturup uyanmaya çalıştı. Bedeni, artık otomatikleşmiş bir kesinlik ile bu sıkışık odanın kapısına doğru dikkatle ilerledi ve kapıyı açıp evin bu odadan hariç yegane yeri olan banyosuna geçti. Ellerini ve yüzünü yıkarken yüzünün ne kadar sıkışık hissettiğini fark etti. Daha önce düşünmediği bir şeydi, ona göre vücudu onun için gayet iyiydi fakat bugün farklıydı belli ki. Bu düşüncenin nereden geldiğini merak ederken dün gece gördüğü kabusu hatırladı, daha doğrusu bu kabusun sonunun nasıl bittiğini...
Nerede olduğunu ve oraya nasıl getirildiğini hatırlamıyordu ama rüyasında bir ahırın içindeydi. Bu ahırın içerisinde, saman balyalarına dayanmış bir şekilde oturuyor ve karın boşluğundan akan kana bakıyordu. Nasıl bu şekilde yaralandığını anlamaya çalışırken ahırın etrafında birilerinin koşturduğunu duydu ve birden kaçma isteğiyle ayağa kalkmaya çalıştı ama başaramadı. Tekrardan az önceki yerine çökerken iki asker ahırın kapısını açıp ona doğru silahlarını doğrultarak yaklaştı. Onlara baktığında, birer insandan ziyade birer robot gibi hareket ettiklerini fark etti, sanki uzaktan kumanda ediliyorlardı. O bu düşünceyle daha da çok korkmuşken iki asker de aynı anda ve aynı ses tonuyla “Her şey bitti.” dedi ve o, onlar tam kendisini vuracakken uyandı.
Banyodan çıkıp giyindi ve cüzdanını eline alıp önce ne kadar parası olduğuna, sonra da kimliğine baktı. Sanki hala rüyadaymış gibi hissediyordu ve bu yüzden neyin gerçek, neyin hayal olduğunu görmek istiyordu. Son günlerde bu gerçeklikten kopma hali başına çok fazla gelmeye başlamıştı, sanki içinde olduğu hayata sonradan konmuş gibiydi. Bunun gerçek olmadığını bilmesine rağmen içindeki bu hissi yok edemiyordu.
Kimliğine baktığında her şeyin yerli yerinde olduğunu gördü: İsmi Tarık’tı, yirmi altı yaşındaydı, doğduğu yer A şehriydi, anne ve babasının adı da doğruydu, her şey yerli yerindeydi yani. Tarık bu düşüncelerden kendini sıyırdığında saatin neredeyse yedi olduğunu gördü ve anahtarıyla cüzdanını cebine koyup çantasını da eline alarak hemen evden çıkıp yakınındaki otobüs durağına koşarak işyerine giden otobüse son anda yetişti. Sıkışık otobüsün içerisinde kendine yer bulmaya çalışırken ofisten tanıdığı bir arkadaşını görüp yavaş ve dikkatli hareketlerle onun yanına gitti ve ona selam verdi. “Halil n’aber?” dedi Tarık şimdi dikkati ona çevrilmiş arkadaşına, “Hayırdır, sen bu kadar gecikmezdin otobüse, ne oldu?” Halil de ona aynı soruyu sordu, fakat sesi farklıydı. Tarık bu farklılığın ne olduğunu anlamlandıramıyordu, fakat dün kendisine hayat dolu ve enerjik gelen bu ses, şimdi yorgun birinin yorgun olmayan birini taklit etmesi gibi geliyordu.
Tarık bu soruyu “Valla dün gece doğru dürüst uyuyamadım, sabah kalkmam mucizeydi yani öyle diyeyim.” diye cevapladı. Halil de buna benzer bir bahane uydurup Tarık’ın sorusunu cevapladı ve ikilinin otobüs yolculuğu boyunca devam eden konuşması işle ilgili basit, havadan sudan konulara kaydı. Tarık bir nebze de olsa rahatlamıştı, en azından şu anda hissettiği darlığa odaklanmak zorunda değildi. Halil ile konuşmaları doğal bir şekilde sonlandığında ikisi de kulaklıklarını çıkarıp telefonlarına döndüler. Halil dün yayınlanan komedi programının tekrarını internetten izlerken Tarık ise takip ettiği sosyal medya kişilerinin paylaştığı videolara odaklanarak kafasını meşgul etmeye çalıştı. Otobüs işyerlerinin önündeki durakta durduğunda ikisi de indiler ve hızlı adımlarla binaya girip patronlarına yakalanmadan alanlarına geçtiler.
Halil insan kaynaklarında çalışırken Tarık ise binanın alt katlarındaki veri bankasındaki onlarca yazılımcıdan biriydi. Yerine geçip bilgisayarını açtı ve önüne gelen verileri analiz edip sınıflandırmaya başladı. Çalıştıkları firma, ülkenin en büyük kurumsal yazılım şirketiydi, bu yüzden pek çok farklı şirket ve holdingin veri analiz ve düzenlemesini veya dijital güvenliğini onlar sağlıyordu. Tarık şimdi ekranında akan sayıları ve isimleri, uzun süredir bu işi yapmanın getirdiği bir alışkanlık ve el çabukluğu ile düzenliyor, bu sayede beynini bir süre daha meşgul etmeye devam ediyordu. Normalde bu işe sözleşmeli bir eleman olarak başladığında bunu uzaktan da yapabileceğini düşünerek kabul etmişti ama işe başladıktan bir buçuk ay kadar sonra çıkan bir kriz yüzünden uzaktan çalıştırılan kişilerin neredeyse hepsi kovulmuş, Tarık ise bu kovulma sürecinden yaptığı iş beğenildiği için etkilenmeyerek şirketin kadrosuna girmeyi başarmıştı.
İşine devam ederken, masasının sağ tarafında anne ve babasıyla çocukken çektirdiği fotoğraf dikkatini çekti. Bu fotoğraf, onun ailesiyle olan tek mutlu anısına aitti ve bu yüzden oraya koymuştu. Babası onları terk etmeden bir sene önce, Tarık henüz beş yaşındayken çekilmişti bu fotoğraf. O gün beraber bir lunaparka gitmişler ve bütün gün eğlenmişlerdi sadece. Annesinin ona gülümseyerek baktığını hatırladı Tarık, bu onu gülümserken gördüğü son anısıydı. Babasının ikisine de sarılıp “Siz benim her şeyimsiniz, sizi asla bırakmayacağım.” dediğini hatırladı sonra, halbuki bunun tam tersini yapmıştı. Babası gittiği günden itibaren önce annesi ona bakmış, sonra da on beş yaşından itibaren o annesine bakmaya başlamıştı. Tarık on sekiz yaşına bastığında ise annesi hala nasıl olduğunu anlamadıkları bir şekilde felç geçirip tamamen yatağa bağlı bir şekilde ancak dört sene yaşayabilmişti. Tarık da annesinin vefatından sonra onlara ait olan tek şeyi, beraber yaşadıkları evi satıp şimdi yaşayıp çalıştığı şehre taşınmış, iş bulana dek de o evden kalan parayla ancak altı ay rahat yaşayabilmişti.
Annesinin ölmeden önceki görüntüsü aklına geldi. Eskiden hayat dolu olan gözleri, o anda bomboş bakıyordu oğluna. Derisi mermer beyazı olmuş, bir deri bir kemik kalmış halde yatıyor ve son enerjisiyle oğlunun ağlamaktan kızarmış gözlerine bakıyordu. O anda ağzının açıldığını hatırlıyordu Tarık, sanki ona bir şey demeye çalışıyordu ama bunu başaramamıştı.
Hafızası daha fazlasını hatırlamasını istemiyordu sanki, onun nasıl öldüğünü hatırlayamıyordu bir türlü. Sonrasını hatırlıyordu tabii, cenazede insanların ona nasıl baş sağlığı dilediğini, cenazenin masraflarını nasıl karşıladıklarını, akrabalarının bir süre onu kendi evlerinde misafir etmesini... O günlerde insanların nasıl boş kabuklar gibi davrandığını fark etmeye başlamıştı, sanki kuru bambuların rüzgarda çıkardığı seslerdi konuşmaları. Onun adına üzüldüklerini veya annesinin kendileri için ne kadar değerli olduğunu söylediklerinde sözleri sanki bir senaryoyu okuyorlarmış gibi çıkıyordu onların ağızlarından. Tarık o zaman bunu anlayamamıştı, fakat şimdi geriye dönüp baktığında her şey daha açık bir şekilde görünebiliyordu. Yeniden fotoğrafa baktı. “Gerçekten bu fotoğrafın benim için anlamı nedir?” diye düşündü, “Yaşadığım her şeyi göz önüne alınca bu fotoğraf benimmiş gibi bile hissettirmiyor, sanki bir başkasının masasına oturmuşum da onun mutlu ailesine bakıyormuşum gibi.” O bu düşüncelerle işine devam ederken saatin on iki buçuk olduğunu fark etti. “Kalkıp bir şeyler yiyeyim.” dedi kendi kendine, “Acıkmışım.”
Öğlen yemeği için binanın giriş katındaki lokantaya gitti. Lokanta basit bir tasarıma sahip, ev yemekleri satan bir yerdi ve müşterilerinin neredeyse tamamı şirket çalışanlarıydı. Sabahtan beri açtı Tarık, o anda her şeyi yiyebileceğini hissetmesi gerekiyordu ama bu histen eser yoktu. Boş bulduğu bir yere oturdu ve garsonun getirdiği menüye boş boş baktı bir süre. Oradaki hiçbir yemek ilgisini çekmiyordu sanki. Bir kase mercimek çorbası sipariş etti ve çorbası geldiğinde onu yavaş yavaş içmeye başladı. Normalde böylesi bir günde dünyaları yerdi, iştahı kuvvetliydi onun, fakat bugün içine oturmuş olan bu darlık hissi, onun bütün duyularını bastırıyordu sanki. Çorbadan bir kaşık daha alıp ağzına götürdü, fakat burnuna çorbanın içerisinden gelen ve ne olduğunu anlamlandıramadığı bir kokunun girmesiyle birlikte bir anda kaşığı elinden düşürdü ve olduğu yerde kustu. Onu gören ve tanıyan birkaç kişi yanına geldi ve Tarık’ın iyi olup olmadığını kontrol ettiler, sonra da biri acil servisi arayıp bir ambulans gelmesini istedi.
Tarık o sırada halsizleşmişti, fakat bayılmamalıydı, bayılırsa buradaki işi biterdi, en azından böyle hissediyordu şu anda. Gücünün ve iradesinin tamamını bayılmamaya ve sakin kalmaya harcıyordu ama bu savaşı kaybettiğini hissediyordu. Sanki bir şey onu sürekli ve güçlü bir şekilde aşağı çekiyordu, kendisini ne kadar tutarsa tutsun bu şeyi yenebilecek durumda değildi. Gözleri yavaş yavaş kararırken Tarık düşmenin etkisini sanki bir rüyadaymış gibi hissetti.
Gözlerini açtığında hastanedeydi, serum bağlanmıştı kendisine. Kimse yoktu yanında, rahat hissetti kendini. Doğrulmaya çalıştı, fakat başaramadı. Karın boşluğunda bir ağrı hissediyordu, gece rüyasında kanayan yerdi şu anda ağrıyan yeri. Sabahtan beri içerisinde olan bütün o darlık hisleri yok olmuştu, Tarık şu anda içinde hiçbir şey yokmuş gibi hissediyordu. Belki de varlığı buydu onun; hiçbir şey. Yaşlı bir doktor onun yanına geldiğinde ona bakabildi sadece. “Tarık bey” diye durumu açıklamaya başladı doktor, “vücudunuzda böylesi bir reaksiyonu tetikleyebilecek herhangi bir hastalık tespit edemedik. Daha önceki kayıtlarınıza da baktık, maşallah hiçbir sorununuz yok. Sanırım bugün yaşanan durum, daha çok psikolojik bir sorundan kaynaklı. Bunun için size önereceğimiz psikoloğa gidip danışabilirsiniz.” Tarık başını sallayabildi sadece, konuşacak mecali yoktu.
Doktor ona veda ettikten sonra odadan çıktı ve Tarık yeniden tavana bakarak yatmaya devam etti. Tavan pürüzsüzdü, üzerinde yaşayan bir şey olabileceğine dair hiçbir işaret yoktu. Tarık doktorun yüzünü gözlerinin önüne yeniden getirip incelediğinde onun da bu tavan gibi yaşamdan uzak ve pürüzsüz olduğunu fark etti. Doktorun konuşması da aynı şekilde bomboş ve mükemmeldi, yine böyle bir şey olmuştu ve bunu yine sadece o fark ediyordu. Gerçekten doktorun dediğini yapıp bir psikoloğa gitmeyi madden kaldıramazdı, zaten şu anda bu hastaneden çıktığında bu odanın ona getireceği külfet yüzünden kaç gün aç kalacağını düşünüyordu, bir de bununla uğraşamazdı. “Peki bir daha böyle olursa ne yaparım?” dedi sonra kendi kendine, daha sonrasında bu yüzden işten kovulma düşüncesi onu psikolog ve hastane masraflarından daha çok korkutuyordu. “En azından şu psikoloğa gitsem de ne olduğunu öğrensem fena olmaz herhalde.”
Tarık hastaneden ancak iki gün sonra taburcu olmuş, fakat kendisine herhangi bir masraf çıkarılmamıştı. Hastane yönetiminin söylediğine göre, hastanenin şirketle özel anlaşması ve Tarık’ın daha önce hastanenin laboratuvarları için geliştirdiği yazılıma karşılık olarak kendisine böyle bir iyilik yapmışlardı. Taburcu olduktan bir gün sonra işine geri dönmüş, izni ücretli izinden sayıldığı için hastanede yattığı günler maaşından kesilmişti. Yine de işini yapabiliyor olmaktan, onu ayakta tutan tek para kaynağından mahrum bırakılmamış olmaktan mutluydu.
Psikolojik bir problemi varsa da onu öğrenmek, onu iyileştirmeyecekti ve Tarık bunu biliyordu. Belki daha sonrasında bu konuda bir şeyler yapabilirdi, ancak şu anda hayatı, içindeki düşünceler kadar dar ve yaptığı iş kadar boştu. Belki de hissettiklerinin sebebi buydu, hayatında aldığı her karar onu buraya getirmişti ve şimdi buradan çıkmasının bir yolu yok gibi görünüyordu. O gün, hastanedeyken yanına kimse gelmemişti, normalde onunla yiyen, içen, gülen, eğlenen hiçbir arkadaşı yanında olmamıştı. Boştu işte her şey, gözleriyle gördükleri sadece boş birer kabuktan ibaretti. Daha sonrasında o arkadaşlarına baktığında da bunu anlamıştı, bakışları, sözleri, tavırları, hiçbiri bir insanınki gibi değildi, sanki içleri boş birer kukla gibiydiler. Tarık bu dünyadaki bütün insanların böyle olup olmadığına emin olamıyordu artık, yine de etrafında herkesin böyle olmadığını kanıtlayacak birini bile görememişti.
Tarık bir hafta sonu uyanıp banyodaki aynadan kendisine baktığında bunu açık seçik görebiliyordu artık. En son o aynaya baktığında, içinde hala bir insan vardı, o kabuğa sığmayan, sığmayı reddeden, daha fazlasını, daha iyisini isteyen biri vardı orada. O gün kustuğu şey buydu işte, o insanı o kabuktan çıkarmıştı ama şimdi o kabuğun içinde hiçbir şey yoktu. Tıpkı etrafındaki insanlar gibi, bomboş ve anlamsız yaşayacaktı. Onlar gibi sözlerinin arkası dolu olmayacak, sadece o gün için yaşayacak ve etrafındaki insanları önemsemeyecekti. O gün kendisine ne olduysa, daha sonrasında insanların öyle boş birer kabuk olduğunu görmek onu eskisi kadar üzmüyor veya daraltmıyordu artık. Artık mutluydu, ya da gerçekten mutlu olup olmadığını dahi önemseyebilecek bir durumda değildi. Eskisi gibi kabuslar yoktu artık, hatta uyuduğunda hiçbir şekilde rüya görmüyordu. Her ne olmuşsa, içinden her ne çıkmışsa, huzura ulaşmıştı. En sonunda, içerisinde yaşadığı dünyayla tamamen uyumluydu.
Yorumlar
Yorum Gönder