Kaptanın Seyir Defteri: 21 Haziran 2023, Perşembe

Satırlarıma nasıl başlayacağımı bilmiyorum zira gördüğüm, daha doğrusu gördüğümüz şeyler kesinlikle bu yolculuğa başlarken hayal dahi etmediğim şeylerdi. Yolculuğumuzda kazayla karşılaştığımız bu yeni ve değişik ada medeniyeti, bizi kendi medeniyetimiz hakkında bir sorgulama sürecine soktu. Elbette bu medeniyeti anlamamız için, çoktan arkamızda bıraktığımız bir medeniyet hakkında ne biliyorsak kullanmamız gerekti. Bu konuda, o eski medeniyetten kalan diyarlardan gelme bir kişinin mürettebatımda olması, belki de bu durumda elimizdeki en büyük şanstı. Bahsi geçen ada, Pasifik Okyanusu’nda, Hawaii’nin de uzağında olan ve oradaki insanların ıssız sandığı bir yerdi. Ada, Oahu adasına yakın bir büyüklükte, görünürde gerçekten de hiçbir şeyin olmadığı bir tropikal orman içeriyordu. Honolulu’dan yola çıktığımızda bu adaya rastlayabileceğimize dair bize bilgi verilmişti, fakat bu adaya varmamız kesinlikle kendi isteğimizle olmadı.  

19 Haziran gününün başlarında, saat sabahın bir buçuğunda beklemediğimiz bir fırtına bizi yakaladı. Bu fırtınanın gücü ve etkisi nedeniyle, gemimizi denizde batmadan tutabilmiş dahi olmamız mucizeydi, fakat daha fazla dayanamayacağımız belliydi elbette. Yine de bütün gücümüzü kullandık ve gemiyi gördüğümüz en yakın kara parçasına yekpare bir şekilde oturtmayı başardık. Hiçbir şeyin görünmediği bu korkunç havada gemiden dışarı çıkmanın doğru bir hamle olmayacağına karar vermiş ve kendimizi hava düzelene dek içeri kapatmıştık. On iki saat boyunca aralıksız devam eden fırtına geçer geçmez gemiden çıktık ve öncelikli olarak hasarın ne derece olduğunu tespit ettik. Sancak tarafında, önde ufak bir delik açılmıştı, fakat onun dışında hiçbir sistemde hasar yoktu. Yine de gemiyi onarsak bile oturduğu kumluk plajdan nasıl çıkaracağımızı bilemiyorduk, bunun için yetersizdik. 


Üzerinde olduğumuz plajı incelemeye koyulduğumuzda, burada bizden başka bir tür medeniyetin olabileceğine dair birkaç işaret fark ettik. Öncelikle bunun eski ve nesli tükenmiş bir koloniden kalma işaretler olduğunu düşündük fakat tayfamdan Marco isimli kısa boylu bir çocuğun yeni yapılmış, ufak bir iskele bulmasıyla bu teorimiz yanlışlanmıştı. İskelenin gayet modern tekniklerle inşa edilmiş olması, burada hala insanların yaşadığına ve onlarla iletişime geçip yardım alabileceğimize dair bir umut doğurmuştu içimize. Bu yeni bilginin ışığında, adanın içlerine doğru gidecek ve bu insanlarla iletişim kurmaya çalışacak bir ekip kurmaya karar verdik. Plajda oturup birkaç saat boyunca durum değerlendirmesi yaparak beş kişilik bir ekip seçtik. Ekip ben, Marco, Rashid, Halit ve Leonardo isimli dört adamımdan oluşuyordu. Her biri farklı ülkelerden gelmeydi ve hepimiz en azından üç dil biliyorduk, bu yüzden burada olabilecek insanlarla anlaşabilme ihtimalimiz yüksekti. Bizim yokluğumuzda gemiyi ve mürettebatı ikinci kaptanım Edward’a bıraktık ve çantalarımıza iki günlük erzak, su, telsizlerimiz ve ölçüm cihazlarımızı alıp çıktık.  


Yaklaşık iki buçuk saat boyunca adanın sık ve geniş yapraklı ormanlarında zorlukla yürüdük. Kuzeydoğu yönünde yaptığımız yürüyüşümüzün sonunda önce Arnavut kaldırımı bir yola vardık, sonra bu yol boyunca yürümeye devam ettik. Yolda bir buçuk saat ilerledikten sonra bize doğru gelen bir grup insanla karşılaştık. Karşılaştığımız bu insan grubu, bizi gördükleri gibi gardlarını aldılar. Halit onlara doğru yaklaştı ve o anda anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Bu insan grubu, anlaşıldıklarını görünce rahatladılar ve Halit’e sarıldılar. Halit bize dönüp “Bizi misafirhanelerine davet ettiler.” dedi ve onların peşine takılıp yürümeye devam ettik. Yakınımızda bir teleferik olduğunu görmüştük elbette, fakat bu teleferiğin elektrikli olduğunu fark ettiğimde daha da çok şaşırmıştık, zira bu kadar gelişmiş olabileceklerini dahi tahmin etmiyorduk. Bu insan kolonisi her nasılsa dünyanın geri kalanından izole olmalarına rağmen elektriği keşfetmiş ve ondan nasıl yararlanabileceklerini anlayıp uygulamıştı. Teleferiğe binip ilerlemeye başladığımızda Halit bize neler olduğunu anlattı: 


“Bu insanların Osmanlı ile bir alakaları olduğunu tahmin ediyorum, konuştukları dil ve giyim tarzları çok benziyor. Kendi aralarında konuştuklarını duydum ve anladığım kadarıyla burada büyük bir şehir varmış. Şimdi bu şehre gidip oranın Beylerbeyi ile konuşacağız, bize yardım edebileceklerine inanıyorum. Birisi bizim kendilerini dünyanın geri kalanına söyleyeceğini ve bu yüzden sorun yaşayacaklarını savunuyor, fakat diğer arkadaşlarından destek görmedi. Şimdilik güvendeyiz.” 


Halit’in dedikleri bizi rahatlatmıştı, fakat yine de dikkatli olmamız gerektiğinin farkındaydık. Teleferik aşağı yönde ilerlemeye devam ederken, pencerelerden gördüğüm manzara beni fazlasıyla şaşırtmıştı. Bir tür büyük, obruk benzeri çukurun içerisinde büyükçe bir şehir kuruluydu. Şehrin binaları, en fazla dört veya beş katlıydı ve evlerin hemen hemen hepsi bahçeliydi. Şehirde dikkat çeken en uzun yapılar, oradaki camilerin minareleriydi. Evler, tahta ve taştan yapılma, eski gravürlerdeki Osmanlı evleri gibiydiler. Sarı, mavi, yeşil, kırmızı, farklı farklı renklerdeki evler ve başka türlü binalar, geniş ve havadar yollarla ayrılmıştı. Bu yollarda arabalar gidiyordu, tasarımları bizim bildiğimiz arabalar gibi olmasa da belli ki elektrikle çalışıyorlardı. Teleferik bir süre daha aşağı indi ve biz gürültülü bir fren eşliğinde bu obruğun en dibinde indik. Teleferikten indiğimizde etrafımıza polis olduklarını düşündüğüm beş kişi geldi ve bize ayan meclisine dek eşlik ettiler. Halit bu kişilerle konuşup bilgi almaya çalışıyordu fakat onun denemeleri bu polisler karşısında başarısız olmuştu.  


Bizi bir arabaya bindirdiler ve ana cadde üzerinde ilerledik. Araba yavaş yavaş giderken meraklı bakışların bize yönlendiğini hissedebiliyorduk. Bu huzursuzluk hissi ile ilerlemeye devam edip ayan meclisi binasına vardığımızda gördüklerim beni şaşkınlığa uğratmıştı. Bina taştan yapılma ve beyaz boyalıydı. Üzerindeki yazıları Rashid okumuş ve Arap alfabesinde olduğunu, fakat Arapça olmadıklarını söylemişti. Halit de bunun üzerine bunun Osmanlı Türkçesi olduğunu ve Türklerin eskiden Arap alfabesi kullandıklarını bize aktarmıştı. İkisinin birlikte çözümlemelerine göre binanın üzerinde “Bab-ı Ali” yazıyordu. Dört katlı bu büyük bina, geniş pencereleri ve U şeklindeki yapısıyla bir meclis binasından çok eski bir kışla gibiydi. Binanın iki kanatlı kapısından içeri girdik ve yine polisler eşliğinde merdivenlerden bir üst kata çıktık. Bu üst katta bizi bir odaya aldılar ve beklememizi söylediler. Oturup beklemeye koyulduk, bu sırada Rashid ve Halit de içerideki her şeyi bize anlatmaya çalışıyordu. Yanımızdaki kitaplıktan, üzerinde “Bahr-i Muharrem’in Tarihi” yazan kalınca bir kitap bulduk ve Rashid ile Halit’in yardımıyla bu kitaptan adanın tarihi hakkında bilgiler edindik.  


Ada, 1529 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihi boyunca ilk ve son defa gönderdiği Akdeniz ötesi keşif gemilerinin mürettebatının Güney Amerika üzerinden yanlış bir rüzgara kapılarak dünyayı dolaşma hedefinden uzaklaşması neticesinde kazayla keşfedilmiş. Bu gemilerdeki insanlar, burada halihazırda yaşayan yerli halkla kaynaşmış ve bunun sonucunda bugünkü medeniyetin temellerini atmışlar. Gelen kaşiflerden o dönemin bilimini, İslam’ı ve Osmanlı kültürünü öğrenen yerliler, sömürgecilikten uzak bu medeniyet içerisinde yükselmişler ve sonraki beş yüz yıl içerisinde pek çok bilimsel, teknolojik ve kültürel gelişime imza atmışlardı. Şu anda içerisinde olduğumuz Şehr-i Ada da 1537 yılında ufak bir kasaba olarak kurulmuş ve zaman içerisinde gelişip şimdi gördüğümüz şehir halini almıştı. Buhar gücünü bizim yıl hesabımıza göre 1630’da, elektriği ise 1857 yılında keşfetmişler ve bunları makinelerine güç vermek için kullanmışlardı. Adanın yakınlarında balıkçılık yapıyorlardı elbette, ancak uzak denizlere hiçbir şekilde gemi göndermemişlerdi. Beş asırlık tarihleri içerisinde bizden önce onları keşfeden olmamıştı, bu eşsiz medeniyet insanlığın geri kalanından tamamen kopuktu. 


Buradan sonraki bütün diyalogların genel olarak Halit tarafından çevrilip yürütüldüğünü sizlere söylemem gerektiğini düşünüyorum, zira ben işim gereği birazcık Türkçe bilsem ve kişisel merakımdan Osmanlı hakkında biraz okuma yapmış olsam da bu halkın kullandığı eski Osmanlı Türkçesi’ni bilmiyordum. Halit’e bu dili nereden bildiğini sorduğumda, bana üniversitede bu dil hakkında dersler aldığını söylemişti. Biz kitabı okur ve yorumlarken kapı açıldı ve polislerden biri “Beylerbeyi sizi bekliyor.” dedi. Halit’in işaretiyle ayağa kalktık ve Beylerbeyi’nin odasına girdik.  


Oda, yarım altıgen şeklinde, geniş bir yapıdaydı. Koyu kırmızı renkli duvarlarının karşımızda olan ikisi kitaplıklarla kaplıyken, tam karşımızda olan Beylerbeyi’nin geniş, varaklı meşe masası ve sandalyesinin arkasında geniş ve uzun boylu bir pencere vardı. Beylerbeyi, sandalyesine oturmuş bize bakıyordu. Uzun, sıska biriydi. Kısa, düz saçlarına ve pala bıyıklarına ak düşmeye başlamıştı fakat bu düşen aklar yaşın getirdiği bir beyazlamadan ziyade, bu genç adamın fazlasıyla stresli yaşantısının sonucuydu. Haki yeşili rengindeki üniformasının omuzları, abartısız apoletlerle süslenmiş, sol göğsünde rengi solmuş ve parlakığı gitmeye başlamış, tam olarak ne olduğunu anlayamadığım bir metalden mamul madalya vardı. Beylerbeyi ayağa kalktı ve bize doğru birkaç adım yürüyüp durdu. Yüzlerimize, giysilerimize ve çantalarımıza merakla bakıyordu. Bir süre daha bizi inceledikten sonra boğazını temizledi ve “Sizler hangi diyarlardan gelirsiniz?” diye sordu tok sesiyle.  


Halit nereden geldiğimizi ve amacımızın ne olduğunu kısaca anlattı, daha sonra da Beylerbeyi’ne “Sizlerden ricamız, gemimizi yeniden denize indirebilmemiz için bize yardım etmenizdir.” dedi kibarca, “Bunun dışında sizinle hiçbir alışverişimiz olmayacağına ve dış dünya ile sizin varlığınızı paylaşmayacağımıza dair size şeref sözü veriyorum.”  

Halit’e dönüp “Diğerlerinin bundan haberi olmaması için bir şey düşündüm.” dedim, “Eğer bize yardım edecek kişileri sanki ilkel yerlilermiş gibi giydirip oraya getirirsek, daha fazlasını görmeye ihtiyaç duymazlar ve bu sayede bize de çok fazla soru sorulmaz. Ben de dikkat çekmemesi için seyir defterini farklı bir şekilde düzenlerim.” Halit fikrimi Beylerbeyi’ne aktarınca Beylerbeyi gülümsedi ve “Pekala, burada önceki medeniyetin bayramlarda kullandığı kıyafetler var, onları kullanabiliriz.” diyerek fikrimi onayladı. 


Hepimiz bir an için Beylerbeyi’ne Osmanlı Devleti’nin yıkıldığını ve artık bir sultana bağlı olmadıklarını anlatmayı düşündük, fakat bu bilginin Beylerbeyi’ni ve dolaylı olarak bütün bir koloninin yönetimini etkileyebileceğini düşündüğümüz için onlara anlatmamayı tercih ettik. Bu koloni için Osmanlı’nın var olup olmaması artık çok büyük bir önem teşkil etmeyebilirdi, fakat manevi olarak hala o tebaaya bağlıydılar ve bunu ellerinden almamız doğru olmazdı. Beylerbeyi ne konuştuğumuzu sordu, Halit de o anda bir yalan uydurarak “Şehrinizi çok beğendik, izniniz olursa eşliğinizde keşfetmek ve gezmek isteriz.” dedi. Beylerbeyi bir süre düşündü, sonra 


Pekala.” dedi, “Sizleri bugün misafir edelim.” 


Beylerbeyi’nin emriyle polislerin eskortluğunda şehri gezdik. Geniş, bakımlı sokakları, renkli ve cıvıl cıvıl evleri, canlı ve gürültülü açık pazarları ve gecenin çökmesiyle ışıklarıyla gökyüzünü süsleyen minareleriyle burası kesinlikle bir Türk şehriydi. Gördüğüm manzaralar bana İstanbul’un eski semtlerini anımsatmıştı. Halit ve Rashid bize hem yazıları, hem de söylenenleri çeviriyordu. Halk bize, kıyafetlerimize ve davranışlarımıza büyük bir merak ve heyecanla bakıyordu. Bizi büyük bir masaya aldılar ve belli ki adaya özgü hayvanlardan, meyve ve sebzelerden yapılma yemekler koydular önümüze. Daha önce bu şekilde tropikal yemekler yemiştik fakat eski Türk mutfağının bu tarz malzemelerle yapıldığını hiçbirimiz görmemiştik. Halit bize yemekleri tanıtmaya çalışıyordu, fakat pek çoğu onun için de yabancıydı. Birlikte, mutlu ve huzurlu bir şekilde yemeğimizi yedik ve o gece bizim için hazırlanan misafirhanede uyuduk. 


Ertesi sabah, yerli kıyafetlerindeki otuz kişinin eşliğinde şehirden çıkıp sahile doğru ilerledik. Bu kişilerin yardımıyla gemiyi yavaş ve dikkatli bir şekilde denize doğru indirdik. Tayfalar bize soru sordular, fakat biz gerçekten keşfettiklerimizi söylemeyip adada ilkel bir kabilenin olduğunu ve bize yardım etmeyi çeşitli sınavlardan başarıyla geçtiğimiz için kabul ettiklerini söyledik. Kimsenin bu konuda bize daha fazla soru sormaması büyük bir şanstı. 


Seyir defterinin bu kısmını bulduysanız, neden bu gerçeği saklamamız gerektiğini anlamışsınızdır. Sizden ricam, bu konuda sırrımıza ortak ve sadık olmanızdır. Bu nadide medeniyetin insanlığın diğer kısımları tarafından kirletilmesi ve sömürgeleştirilmesini önlemek için böylesi bir yalana başvurduk. Bizi anlamanızı ve bu konuda anlayış göstermenizi rica ediyorum. Belki gelecekte, daha barışçıl ve hoşgörülü olduğumuz bir zamanda bu muhteşem medeniyetin keşfi onlar için güzel şeylere yol açabilir ama şimdi onları bu korkunç ve zalim dünyaya maruz bırakmamak en uygunu olur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Vessel.

Kabuk